İyi Bir Güneş (Ece Ayhan Çağlar – Hikâye)

“Dost Dergisi”nin Ekim 1958 yılında yayımlanan  3. cilt 13. sayısından bir Ece Ayhan Çağlar hikâyesi…


 

“Öldüğüm zaman çiçek göndermeyin benim çiçeklerim var”
Miss LU

 

Güneşli bir Pazar sabahı. Tatlı Bela geldi. Bir Pazar sabahı dışarıda. Geldi ödünç para istedi benden biraz. Altımda iskemle masada oturuyordum. Pencerenin önünde. Bahçeden geçtiğini görmemiştim. Radyoyu kıstım, gazeteyi bıraktım. İkimizin de gözlerinde ayrı ayrı anlamlara gelen tümleçlerin sonundaki soru işareti var. Aynı soru işareti.
                Ne kadar dedim.
                Şu kadar dedi. Saçlarını karıştırırken gülümsüyordu. Laden ağaçları gibi sallanıyor da. İstediğim pikap iğnelerini de getirmiş, küçük teneke kutusuyla cebinden çıkarıp elimin yanına, masaya koydu. Kente sık sık inemiyordum.
Deniz var önce. 
                Peki dedim. Biliyorsun..
                Evet dedi. Gülümsüyordu.
                Bir iki söz daha ettik. Dışarısı güneşle dolu.
                Sonra yüz seksen derece döndü birden. Bereket kapı arkasındaydı. Acele ediyor. Geldiğinde açık olan kapıyı çekti. Merdiveni indiğini duymamak için radyonun esini yükselttim.
                Güneşli bir pazar sabahı. Hemen herkes dışarıda. Tatlı Bela, yabani yaseminlerin bulunduğu sol kaldırımda koşuşan çocukların arasından geçip gitti.. Pencereden gördüm onu. Pek sevimliydi yine. Pencereden. Laden ağaçları gibiydi. İngiliz Bahçesinde yüzlercesi var onlardan.
                Baş Belası’nı ise aynı günün akşamı sokakta gördüm. Kente inmiş bulunuyordum. Bir kız arkadaşıyla yaklaştı. Düşündüklerim makasla kesilmiş. Önce kıza baktım. Yerindeydi. Ağzımsa Baş Belası’yla. Yürüdük. Kızı gördüm ısırıyordu, bir yerden tanıyacaktım, gerisi gelmedi.
                Baş Belâsı’na, sabahleyin Tatlı Belâ’yı gördüğümü anlattım kısaca. Bezgin bir tavırla:
                İyi ama dedi. Ne yapmak istiyor hâlâ bu çocuk. Çok karşılaştım böyleleriyle. Kâğıt gibi yırtılırlar dayanamayıp. İki aydır ailesine mektup yazmıyormuş. Sıkılmadan geldi kendisi anlattı bana. Beni açmıyor, açmayacak bu çocuk. Dün akşam yine bu vakitlerde bir gemi gibi yan yan yanaşıyordu kızcağıza. Sevinç içindeyken üzünç içindeler bakıyorsun birden. Uyku uyumadıklarını ayırt etmedim mi hiç? Bin yıldır uyumuyorlar bin yıldır uyumayan müminler gibi. Dudakları morarmış ikisinin de…
                Bu çeşit belalar nedense çabuk açılır. Kız uslu uslu yürüyordu yanımızda.
                Neyse dedim. Anladım. Yeter. Sen bir başka açıdan bakıyorsun. Bir yere uğramam gerekiyor, şimdi.
                Şimdi mi? dedi.
                Bir dakika. Şapkama iki kez dokundum parmaklarımla, tamam. Bir tanrının iki yüzü gibi ayrı ayrı gülümsedim. Hoşça kalın çocuklar.
                Sesim boğuk, tıkanmış, kötü kötü tınlıyor.
                Ben alçağın biriyim diyordu, arkamda konuşarak yürüyen iki adamdan pahalı şapkalısı. Ne bileyim ben?
                Allah’ın Belası’na tam onlardan ayrıldığım sırada rastladım. Biraz değişmiş. Sakal bırakmış ayrıca. Şaşarsınız bir ayda uzun bir sakal. Ağzının yeri doğru dürüst belli olmuyor. Konuşunca ancak şurası diyebiliyorsunuz. Değişmiş buluyorum onu gerçekten. Gözleri yeni silinmiş camlar gibi pırıl pırıl, parlıyor. Eli bile daha güçlü, daha büyümüş geldi bana. Dimdik durmaya çalışıyordu. Hafif kamburluğunu yok etmek için midir nedir?
                Ne oluyoruz yahu dedim.
                Bağıra bağıra anlatıyordu.
                Sakin ol biraz, dedim. Duyabiliyorum.
                (Bazen arkadaşlarımın ölmüş oldukları kanısına kapılıyorum nedense. Mutlu muyum, değil miyim diye düşünmeyecek denli uğraşları, didinleri olan kişilerdenim ben de. Yeni bir gömlek giyince, yıkanınca sevinen…)

                Şimdi Allah’ın Belası karşımda. Geçitlerden birine girdik. Gidip fişleri o aldı. Ayakta bira içiyoruz.
                Yarım saate yakın çene çaldık, hafifledik. Bir sıkıntımız yok –yine de. Yeni tuttuğu ev oldukça güzelmiş.
                Tam bana göre diyor. Tehlikesi yok.

                Bir değişiklik olduğunu seziyordum zaten diyorum.
                Az ötemizde fıçıların çevresinde demir atmış gibi oturan gemiciler var. Bir tanesi kalkıp üstümüze geldi, geldi ayağıma bastı. Bakıştık. Göz göze gelmek hatasında bulundum, nasılsa. Benimkisi yine soru işaretiydi ama, gemicininki anamın dinini ne yapmak istediğini anlatmak istermiş gibiydi.
                Çıngır çıkarmak istemiyordum. Sigaralarımıza davrandık. İçerek çıktık. Bizi zevkle seyredenler vardı, İtalyan lokantasından başlarını uzatmış iki kırmızı yüz. Gürültüden nefret ederim. Çıngar çıkarmak istemiyordum.
                Allahın Belası’nın evi kadınlı erkekli bir sürü insanla doluydu. Pencereleri de ardına değin açmışlar.
                Peki bizi gören olmadı. Çene çalanlar arasında gözlük kullanan, iyi para kazanan hiç ama hiç sevmediğim bir yahudiyi, ceketsiz, gabardin pantolonlu üniversiteden bir genci ve birdenbire de Tatlı Belâyı gördüm. Kızıyla, yavrusuyla. Kendimi tutamadım.
                Ben gidiyorum, dedim.
                Dur, yahu dedi. Ve bir sigara tutuşturdu ağzıma zorla. Oldum olası böyle çiğliklerden hoşlanmıyorum.
                Gideceğim, dedim. İçimde şarap gibi yıllanmış bir kıskançlık, indim aşağı. Kimse tutamaz beni.
                Yukarıda sesleri, pencerelerde gölgeler. Ben bu yükü çekemem. Atladım tramvaya.
                İnsan sıkıntıdan bunalınca kendini nereye atacağını bilemiyor. Püsküllü Belâ’nın evine atmıştım bu kez. Üst katlardan birinde oturur. Ben de Mike Hamer gibi merdiven kompleksi var galiba.
                Ağında çikolata açtı kapıyı bana. Anlaşılan daha birileri var içeride. Doğru çıktı. Dört kişi olduk. Bu Pazar akşamı talihim kalabalıktan yana açık.
                Çıkmak üzereymişler zaten. Biraz konuştuk. Nuh’u daha önceden tanıyorum. Miss Lu’nun ölüm töreninde yan yana düşmüştük. (Miss Lu seksen iki yaşında öldü). Belki bin tane yüzü var. Üstelik ukalânın biri bence. Bir dakika sürmedi çıkarken kapıda patlayacaktım. Bereket versin Püsküllü Belâ iyi geceler, dedi onlara.
                Biz gidiyoruz. Ayrıldık.
                Sağol, dedim. Nuh’u yumruklamaktan korkuyordum yoksa.
                Neyin var alla’sen bu gece senin? Senin?
                Kara Bela ile Yedi Belayı bulduk. Evdeydiler.
                Karnımız aç, dedik. Yiyip gelelim. Diyeceklerimiz var.
                Çıkarken, bir masada görmezlikten gelmeme rağmen üstünde armaları, uydurma madalyaları ve kaymakamlar gibi gerdanlı hiç kazanmamış eski bir acun güzelinin feraceli resimleri olan bir puro kutusu gözümden kaçmadı.
                Herkes bir değişiklik var. Püsküllü Bela sanki yanımda sekiyor, sekerek yürüyor.
                Lokanta kalabalıktı. Güç yer bulduk.
                Çokça içki getirttim ve içtim gönlümce. Kimseciklere aldırmamalıyım diyordum içimden. Püsküllü Bela benimle ilgisiz görünüyordu. Eski bakanlardan birinin oğluna selam yolladı başıyla.
                Kalktığımızda iyice olmuşum, ben. Hesabı ödedik.
                Evde, burada boğuluyorum ben, dedim. Anlasanıza. Çıkalım.
                Yanaşmak istemiyorlardı, aldırmadılar.
                Git bir soğuk suyla yıkan açılırsın, dedi Yedi Bela.
                Çare yoktu, gittim dediğini yaptım. İyi gelmişti biraz.
                Odaya döndüğümüzde Tatlı Bela’dan söz açmışlardı. İçimizde en genci oydu.
                Ne derseniz deyin fakat o ölecek, dedi biri. Ola ki bendim bunu diyen. Şaşırıyorum.
                Onun yerine bir başkası ölemez mi sanki, dedi Kara Bela. Tanrının elinde bu.
                Ne demeye getiriyorsun yani?
                Hiç. Bir başkası olsun da.
                Bir değişmeyen sen kalmışsın.
İki kişi birbirlerini yeyip bitirdikten sonra kimse bir şey yapamaz.Birbirlerini uyluk kemiklerine değin seviyor onlar.
                Bu konuyu burada kessek, dedi Yedi Bela.
                Çıkalım, dedim ben de yüksek sesle. Çıkalım. Çıktık.
                Osmanlı Sokağına, Allah’ın Belası’nın evine gittik.
                Gürültü sokağa taşıyordu, pencerelerden kusuyordu. Ağızları dolu dolu gülüyorlardı. İçerde Nuh’a da rastlamayalım mı. Talihim yaver gidiyor.
                O gece, hep başka konulardan konuşulduğu dikkatimi çekti yalnız fırsatını bulup söyledim. Kikirdedi. Bol bol soda içtik. Sigara tüttürdük hep. Önümüzdeki haftadan söz ettik.
                Geç vakit dağıldık. Tatlı Bela’yı son kez ayrılırken gördüm böylece, yavrusunu da… Sarmaşık gibi beline sarmıştı kolunu. Tokalaşmıştık.

                Sonra, bomboş sokaktan köşelerin kıvrılıncaya değin iki gece gölgesi gibi onları göz ucuyla izledik.

Bir taksi çevirdim. Yorgundum. Eve geldik. Püsküllü Bela’nın yanımda olduğunu düşünemiyordum. Miss Lu’nun kalan çiçeklerinin arasından geçtik. Püsküllü Bela kadınlığı üzerinde ışıklar yaktı. Perdeleri çekti. Sonra soyunup yattık. Beni çok seviyormuş. Çıldırıyormuş benim için.
                Hadi, dedim. Sonra yıkanıp yattık.

                Yakınımızdaki evlerden birinde sinsi sinsi Gounod’nun Bir Kukla İçin Marşı çalınıyordu. Ancak duyabildim. Yastığımın serin beyaz örtüsüne yerleştirdim kafamı. İyi bir güneş görmek istiyordum sabahleyin. İyi bir güneş. Sevgili Miss Lu’nun çiçeklerini soldurmuyan Miss Lu için. İyi bir güneş.

 


Ayrıca bakınız : http://evvel.org/eceayhanindeksi.pdf  (Ece Ayhan İlgileri İndeksi 2007-2015)
Fotoğraf : Evvel.Org (1957’de, Pazar Postası’nda Ece Ayhan…)

“Dost Dergisi”nin Ekim 1958 yılında yayımlanan  3. cilt 13. sayısından bir Ece Ayhan Çağlar hikâyesi…


 

“Öldüğüm zaman çiçek göndermeyin benim çiçeklerim var”
Miss LU

 

Güneşli bir Pazar sabahı. Tatlı Bela geldi. Bir Pazar sabahı dışarıda. Geldi ödünç para istedi benden biraz. Altımda iskemle masada oturuyordum. Pencerenin önünde. Bahçeden geçtiğini görmemiştim. Radyoyu kıstım, gazeteyi bıraktım. İkimizin de gözlerinde ayrı ayrı anlamlara gelen tümleçlerin sonundaki soru işareti var. Aynı soru işareti.
                Ne kadar dedim.
                Şu kadar dedi. Saçlarını karıştırırken gülümsüyordu. Laden ağaçları gibi sallanıyor da. İstediğim pikap iğnelerini de getirmiş, küçük teneke kutusuyla cebinden çıkarıp elimin yanına, masaya koydu. Kente sık sık inemiyordum.
Deniz var önce. 
                Peki dedim. Biliyorsun..
                Evet dedi. Gülümsüyordu.
                Bir iki söz daha ettik. Dışarısı güneşle dolu.
                Sonra yüz seksen derece döndü birden. Bereket kapı arkasındaydı. Acele ediyor. Geldiğinde açık olan kapıyı çekti. Merdiveni indiğini duymamak için radyonun esini yükselttim.
                Güneşli bir pazar sabahı. Hemen herkes dışarıda. Tatlı Bela, yabani yaseminlerin bulunduğu sol kaldırımda koşuşan çocukların arasından geçip gitti.. Pencereden gördüm onu. Pek sevimliydi yine. Pencereden. Laden ağaçları gibiydi. İngiliz Bahçesinde yüzlercesi var onlardan.
                Baş Belası’nı ise aynı günün akşamı sokakta gördüm. Kente inmiş bulunuyordum. Bir kız arkadaşıyla yaklaştı. Düşündüklerim makasla kesilmiş. Önce kıza baktım. Yerindeydi. Ağzımsa Baş Belası’yla. Yürüdük. Kızı gördüm ısırıyordu, bir yerden tanıyacaktım, gerisi gelmedi.
                Baş Belâsı’na, sabahleyin Tatlı Belâ’yı gördüğümü anlattım kısaca. Bezgin bir tavırla:
                İyi ama dedi. Ne yapmak istiyor hâlâ bu çocuk. Çok karşılaştım böyleleriyle. Kâğıt gibi yırtılırlar dayanamayıp. İki aydır ailesine mektup yazmıyormuş. Sıkılmadan geldi kendisi anlattı bana. Beni açmıyor, açmayacak bu çocuk. Dün akşam yine bu vakitlerde bir gemi gibi yan yan yanaşıyordu kızcağıza. Sevinç içindeyken üzünç içindeler bakıyorsun birden. Uyku uyumadıklarını ayırt etmedim mi hiç? Bin yıldır uyumuyorlar bin yıldır uyumayan müminler gibi. Dudakları morarmış ikisinin de…
                Bu çeşit belalar nedense çabuk açılır. Kız uslu uslu yürüyordu yanımızda.
                Neyse dedim. Anladım. Yeter. Sen bir başka açıdan bakıyorsun. Bir yere uğramam gerekiyor, şimdi.
                Şimdi mi? dedi.
                Bir dakika. Şapkama iki kez dokundum parmaklarımla, tamam. Bir tanrının iki yüzü gibi ayrı ayrı gülümsedim. Hoşça kalın çocuklar.
                Sesim boğuk, tıkanmış, kötü kötü tınlıyor.
                Ben alçağın biriyim diyordu, arkamda konuşarak yürüyen iki adamdan pahalı şapkalısı. Ne bileyim ben?
                Allah’ın Belası’na tam onlardan ayrıldığım sırada rastladım. Biraz değişmiş. Sakal bırakmış ayrıca. Şaşarsınız bir ayda uzun bir sakal. Ağzının yeri doğru dürüst belli olmuyor. Konuşunca ancak şurası diyebiliyorsunuz. Değişmiş buluyorum onu gerçekten. Gözleri yeni silinmiş camlar gibi pırıl pırıl, parlıyor. Eli bile daha güçlü, daha büyümüş geldi bana. Dimdik durmaya çalışıyordu. Hafif kamburluğunu yok etmek için midir nedir?
                Ne oluyoruz yahu dedim.
                Bağıra bağıra anlatıyordu.
                Sakin ol biraz, dedim. Duyabiliyorum.
                (Bazen arkadaşlarımın ölmüş oldukları kanısına kapılıyorum nedense. Mutlu muyum, değil miyim diye düşünmeyecek denli uğraşları, didinleri olan kişilerdenim ben de. Yeni bir gömlek giyince, yıkanınca sevinen…)

                Şimdi Allah’ın Belası karşımda. Geçitlerden birine girdik. Gidip fişleri o aldı. Ayakta bira içiyoruz.
                Yarım saate yakın çene çaldık, hafifledik. Bir sıkıntımız yok –yine de. Yeni tuttuğu ev oldukça güzelmiş.
                Tam bana göre diyor. Tehlikesi yok.

                Bir değişiklik olduğunu seziyordum zaten diyorum.
                Az ötemizde fıçıların çevresinde demir atmış gibi oturan gemiciler var. Bir tanesi kalkıp üstümüze geldi, geldi ayağıma bastı. Bakıştık. Göz göze gelmek hatasında bulundum, nasılsa. Benimkisi yine soru işaretiydi ama, gemicininki anamın dinini ne yapmak istediğini anlatmak istermiş gibiydi.
                Çıngır çıkarmak istemiyordum. Sigaralarımıza davrandık. İçerek çıktık. Bizi zevkle seyredenler vardı, İtalyan lokantasından başlarını uzatmış iki kırmızı yüz. Gürültüden nefret ederim. Çıngar çıkarmak istemiyordum.
                Allahın Belası’nın evi kadınlı erkekli bir sürü insanla doluydu. Pencereleri de ardına değin açmışlar.
                Peki bizi gören olmadı. Çene çalanlar arasında gözlük kullanan, iyi para kazanan hiç ama hiç sevmediğim bir yahudiyi, ceketsiz, gabardin pantolonlu üniversiteden bir genci ve birdenbire de Tatlı Belâyı gördüm. Kızıyla, yavrusuyla. Kendimi tutamadım.
                Ben gidiyorum, dedim.
                Dur, yahu dedi. Ve bir sigara tutuşturdu ağzıma zorla. Oldum olası böyle çiğliklerden hoşlanmıyorum.
                Gideceğim, dedim. İçimde şarap gibi yıllanmış bir kıskançlık, indim aşağı. Kimse tutamaz beni.
                Yukarıda sesleri, pencerelerde gölgeler. Ben bu yükü çekemem. Atladım tramvaya.
                İnsan sıkıntıdan bunalınca kendini nereye atacağını bilemiyor. Püsküllü Belâ’nın evine atmıştım bu kez. Üst katlardan birinde oturur. Ben de Mike Hamer gibi merdiven kompleksi var galiba.
                Ağında çikolata açtı kapıyı bana. Anlaşılan daha birileri var içeride. Doğru çıktı. Dört kişi olduk. Bu Pazar akşamı talihim kalabalıktan yana açık.
                Çıkmak üzereymişler zaten. Biraz konuştuk. Nuh’u daha önceden tanıyorum. Miss Lu’nun ölüm töreninde yan yana düşmüştük. (Miss Lu seksen iki yaşında öldü). Belki bin tane yüzü var. Üstelik ukalânın biri bence. Bir dakika sürmedi çıkarken kapıda patlayacaktım. Bereket versin Püsküllü Belâ iyi geceler, dedi onlara.
                Biz gidiyoruz. Ayrıldık.
                Sağol, dedim. Nuh’u yumruklamaktan korkuyordum yoksa.
                Neyin var alla’sen bu gece senin? Senin?
                Kara Bela ile Yedi Belayı bulduk. Evdeydiler.
                Karnımız aç, dedik. Yiyip gelelim. Diyeceklerimiz var.
                Çıkarken, bir masada görmezlikten gelmeme rağmen üstünde armaları, uydurma madalyaları ve kaymakamlar gibi gerdanlı hiç kazanmamış eski bir acun güzelinin feraceli resimleri olan bir puro kutusu gözümden kaçmadı.
                Herkes bir değişiklik var. Püsküllü Bela sanki yanımda sekiyor, sekerek yürüyor.
                Lokanta kalabalıktı. Güç yer bulduk.
                Çokça içki getirttim ve içtim gönlümce. Kimseciklere aldırmamalıyım diyordum içimden. Püsküllü Bela benimle ilgisiz görünüyordu. Eski bakanlardan birinin oğluna selam yolladı başıyla.
                Kalktığımızda iyice olmuşum, ben. Hesabı ödedik.
                Evde, burada boğuluyorum ben, dedim. Anlasanıza. Çıkalım.
                Yanaşmak istemiyorlardı, aldırmadılar.
                Git bir soğuk suyla yıkan açılırsın, dedi Yedi Bela.
                Çare yoktu, gittim dediğini yaptım. İyi gelmişti biraz.
                Odaya döndüğümüzde Tatlı Bela’dan söz açmışlardı. İçimizde en genci oydu.
                Ne derseniz deyin fakat o ölecek, dedi biri. Ola ki bendim bunu diyen. Şaşırıyorum.
                Onun yerine bir başkası ölemez mi sanki, dedi Kara Bela. Tanrının elinde bu.
                Ne demeye getiriyorsun yani?
                Hiç. Bir başkası olsun da.
                Bir değişmeyen sen kalmışsın.
İki kişi birbirlerini yeyip bitirdikten sonra kimse bir şey yapamaz.Birbirlerini uyluk kemiklerine değin seviyor onlar.
                Bu konuyu burada kessek, dedi Yedi Bela.
                Çıkalım, dedim ben de yüksek sesle. Çıkalım. Çıktık.
                Osmanlı Sokağına, Allah’ın Belası’nın evine gittik.
                Gürültü sokağa taşıyordu, pencerelerden kusuyordu. Ağızları dolu dolu gülüyorlardı. İçerde Nuh’a da rastlamayalım mı. Talihim yaver gidiyor.
                O gece, hep başka konulardan konuşulduğu dikkatimi çekti yalnız fırsatını bulup söyledim. Kikirdedi. Bol bol soda içtik. Sigara tüttürdük hep. Önümüzdeki haftadan söz ettik.
                Geç vakit dağıldık. Tatlı Bela’yı son kez ayrılırken gördüm böylece, yavrusunu da… Sarmaşık gibi beline sarmıştı kolunu. Tokalaşmıştık.

                Sonra, bomboş sokaktan köşelerin kıvrılıncaya değin iki gece gölgesi gibi onları göz ucuyla izledik.

Bir taksi çevirdim. Yorgundum. Eve geldik. Püsküllü Bela’nın yanımda olduğunu düşünemiyordum. Miss Lu’nun kalan çiçeklerinin arasından geçtik. Püsküllü Bela kadınlığı üzerinde ışıklar yaktı. Perdeleri çekti. Sonra soyunup yattık. Beni çok seviyormuş. Çıldırıyormuş benim için.
                Hadi, dedim. Sonra yıkanıp yattık.

                Yakınımızdaki evlerden birinde sinsi sinsi Gounod’nun Bir Kukla İçin Marşı çalınıyordu. Ancak duyabildim. Yastığımın serin beyaz örtüsüne yerleştirdim kafamı. İyi bir güneş görmek istiyordum sabahleyin. İyi bir güneş. Sevgili Miss Lu’nun çiçeklerini soldurmuyan Miss Lu için. İyi bir güneş.

 


Ayrıca bakınız : http://evvel.org/eceayhanindeksi.pdf  (Ece Ayhan İlgileri İndeksi 2007-2015)
Fotoğraf : Evvel.Org (1957’de, Pazar Postası’nda Ece Ayhan…)