Kaplumbağaların Ölümü (Fatma Nur Kaptanoğlu)

Fatma Nur Kaptanoğlu, "Kaplumbağaların Ölümü", Raskol'un Baltası, Ağustos 2017

Fatma Nur Kaptanoğlu, “Kaplumbağaların Ölümü”, Raskol’un Baltası, Ağustos 2017

Yaz Ortasına Bir Güzelleme

Bir ter damlası saçlarımdan burnumun ucuna yuvarlanıyor. Burnumda hafif bir bekleme. Kafamı iki yana sallıyorum, ter damlası dalgalanıyor. Minik bir damladan beklenmeyecek bir gösteri, genişledikçe genişliyor. Ter damlası üçe bölünüyor. Bir yuvarlağı elime damlıyor, diğeri tişörtümün üzerinde birkaç dakikalık bir koyuluk bırakıyor. Üçüncü damlanın akıbeti belli değil. Havada emiliyor, havayı hüüüüp içine çekip kayboluyor.

Yerimde doğruluyorum. Alnımda ince ince tomurcuklar. Çiçek açmayacak su tomurcukları. Önce burnumu siliyorum sonra alnıma kayıyor ellerim. Bir çırpıda yok ediyorum tomurcukları. Tekrar oluşmaları an meselesi. İçten bir nefes alıyorum, hava ciğerlerime kıvılcım gibi düşüyor. Hava, hem o kadar yavaş hem o kadar süratli doluyor ki içime, afallıyorum. Nefesim ağzımdan bir alev topu gibi çıkıyor. BUM!

Keşke şu an evin her köşesini yakabilsem. Keşke nefesim gerçekten bir alev topu olsa ya da üzerimde unutulan izmaritlerden büyük hasarlı bir yangın çıkarsam. Daha doğrusu ben değil, güneş çıkarsa. Bütün evi baştan aşağı küle döndürecek ama asla yan daireye sıçramayacak bir yangın. Müthiş bir eğlence.

Vantilatör masanın üzerinde aksak bir gürültüyle çalışıyor. Sesinde yılların yorgunluğu. Yine küçük bir çocuk olasım tutuyor, vantilatörün önünde uzayan, uzadıkça detone olan sesimle şarkılar söyleyesim tutuyor ama birkaç saniye. Hemen eski pervasızlığıma dönüyorum. Gözlerim buğulu, bacaklarım yapış yapış. Vantilatörün ses değiştirmek dışında özelliği yok. Esiyor, estiği de kendine. Ellerim sıcaklığın şiddetinden şiştikçe şişiyor. Ellerim nemli ve tombul. Anısı olan hiçbir yüzüğü yakıştıramayacağım tombullukta. Ellerimi gözümün önünden çekiyorum.

Şortum bacaklarımla bir bütün. Pembe şeritler bacağımın her yerinde, çizgi çizgi birleşiyor. Şortumun ucuz kumaşı tenimi kesmiş. Aslında tam kesmemiş de sıkıştırmış. Bacaklarımın etleri iki büklüm. Üç büklüm. Dört büklüm. Bacaklarım, sıcaktan pişmeyeyim diye yeşil kadife koltuğa serdiğim sarılı pembeli çarşafın üzerinde iki seksen yatıyor. Kabarıklıklarına dokunuyorum. Canım yanmıyor. Yara değil, açık pembe izler… Bacaklarımı koltuktan indiriyorum. Diz kapaklarımın arkası ter içinde. Burnumda bir koku. Dün akşamdan kalmış parfümüm gözeneklerime yerleşmiş, ter damlalarıyla bir dışarı akıyor. Ter. Parfüm. Ten. Tuhaf. Ne güzel ne çirkin. İnsani. Bir şekilde insanın böyle kokması gerektiğini düşünüyorum.

Balkona çıkıyorum. Parmak uçlarında su birikmiş eski bir terlik kapının girişinde duruyor. Lacivert. Çok çirkin bir lacivert. Güneşin altında gözlerimi acıtıyor. Balkon yeni yıkanmış, buharlaşmamış sular krem taşların üzerinde parıldıyor. Çıplak ayaklarıma terliği giyiyorum, biriken suyun serinliği parmak aralarımdan tenime işliyor. Kısacık bir ürperti. Ayak parmaklarımdan bileğime kadar. Birkaç saniyelik ve hararetim geri geliyor tomurcuklarımla birlikte. Alnımda, saç diplerimde binlerce tomurcuk. Pembe çizgilerim yavaştan geçmiş.

Balkonda yürüyorum. Balkonda yürümek çok zahmetli bir iştir, hele balkon ıslaksa. Kuruduğunu zannettiği her adımda sinsi bir kayganlıkla karşılaşabilir insan. Her an bir refleksle güneşten kararmış balkon demirlerini tutabilir, tuttuğu gibi de istemsiz çığlıklarla uyandırabilir komşularını. Kül olmasını istemediği komşularını. Komşu komşunun külüne… Temkinli olmaya çalışıyorum. Üç beş adım sonra başladığım yerde buluyorum kendimi. Küçük bir balkon. Uzun, ince. Terliğim çoktan kurumuş, ayaklarımın ferahlığı nemli bir sıkıntıya bırakıyor yerini. Nefes almak her zamankinden zor. Ağaçlara dönüyorum, tek bir yaprak kıpırdamıyor. Tek bir yaprak “hadi birazcık şu yöne eğileyim” demiyor. Küçükken köklerle değil de sihirle havada durduğuna inandığım ağaçlar için kararlı bir hareket. Kaskatı. Ağaçlara yakışmıyor. Ufacık bir esinti için nelerden vazgeçebileceğimi düşünüyorum. Saçlarıma dolanacak, parmaklarımı hafifletecek ufacık bir esinti. Bilmiyorum. O an ne olsa vazgeçebilirim gibi geliyor. O an en vazgeçilmezler de sıradan görünüyor. Ne esinti çıkıyor ortaya ne de vazgeçebileceklerim. Sahip olduklarım bir elin parmaklarını geçmiyor. Balkon demirleri sıcak. Gölgeye düşmüş kısımları bile burnundan soluyor. Akıl almaz bir haylazlıkla demirlere dokunmak istiyorum. Düşmeden, düşme tehlikesi atlatmadan, bile isteye, dokunmak. Demirin sıcaklığını tenimin sıcaklığına oranlamak istiyorum. “Ben daha sıcağım! Ben hepinizden daha sıcağım!”

Vazgeçiyorum.

Oda hâlâ sıcak. Öğlen, eli sopalı alacaklılar gibi evin her noktasına nüfuz ediyor. Balkonda geçirdiğim dakikalar havadan değer eksiltmemiş, nefesim burun deliklerimi yakıyor. Hâlâ. Alev topu. Odanın içinde dolanıyorum. Ne yapmalı? Yatak odasına geçip uyumak önce güzel bir fikir gibi görünüyor sonra odadan ince bir hırıltı geliyor. Horlamakla derin uyku arasında kalmış, incecik bir hırıltı. Kurumuş bir öksürükle kendini uyandırmasını bekliyorum ama o yastıkta taraf değiştirip uyumaya devam ediyor. Şimdi, yarı kapalı gözlerini, yüzüne su damlaları çarpıyormuş gibi ufak ufak kırpıştırdığına eminim. Ve ellerini başının üzerinde birleştirip avuçlarını dua ediyormuş, ediyormuş da hiçbir duası gerçek olmuyormuş gibi kırgın, tavana çevirdiğinden de.

Birini, hareketlerinin sesinden tanımak, tanımanın hangi seviyesine girer?

Odaya girmiyorum. Sıcaklığı paylaşmak isteyeceğim en son şey bir ten. Kendi etrafımda döndüğüm birkaç adım sonrasında çarşaflı kadife koltuğun önüne geliyorum. Küf yeşili, kadife. Kadifeliğine alakasız rengarenk çarşaf bir kısmını örtüyor koltuğun, çıplak kalan tarafı ise hiç olmadığı kadar kadife. Kadifesine uyumlu ama çarşafına uyumsuz iki fıstık yeşili yastık, sırt yaslamaktan yamulan pamuklarıyla öylece duruyor. Yastıklar eciş bücüş. Yastıklar, ekşiye çalan ağızları ve açılmayan gözleriyle huysuz bir ihtiyar suratı gibi karşımda büzüşüyor. Yastıkların üzerinde insan izleri. Benim izim, onun izi.

Koltuğun çarşaflı tarafına yerleşmeye çalışıyorum. Yastıklar ayak ucumda. Yastıkların durduğu yerle çarşafın arasında iki karışlık mesafe, topuklarım tam oraya değiyor. Ayak parmaklarım havada, topuklarım kadifede. Bacaklarımı kendime doğru çekmem de işe yaramıyor, etime değen etime tahammül edemiyorum. Bacaklarım mecburen uzun. Topuklarım mecburen tüylü bir koltuk kumaşının üzerinde vücudumu saran sıcaklıkla boğuşuyor. Kollarım koltuğun çarşafsız kısımlarına değmemeli. Asla. Değdiği anda topuklarım gibi onlar da kendini çaresiz hissedecek. Bacaklarım da kendini ikiye katlamamalı, katlamamalı ki ter damlaları yeni yıkanmış çarşafı kirletmesin. Kollarımı karnımın üzerine koyuyorum, parmaklarım birbirine değmemek için tişörtümde geziniyor. Karnımda bir gıdıklanma. Parmaklarımın tişörtümün altına girmek için gösterdiği çabalar sonuçsuz. Şort lastiğim gevşek. Hem de o kadar gevşek ki içine üç tane daha ben sığar. Üç tane daha ben düşünüyorum. Kendinin zalimi üç tane daha ben. İyi ki şortlarımı dolduracak benler yok. İyi ki parmaklarım şort lastiğimin gevşekliğiyle oynamayı bırakıyor. Oynamayı bıraktığı gibi şortumun içinde dolanma isteğini de. Temas istemiyorum. Kendimi istemiyorum. Üç tane daha olsam, yine istemeyeceğim.

Bu şartlar altında uyumam imkansız. Topuklarımın kadifeliği ve kollarımın kadifeye değme ihtimali birbirine karışıp ısrarlı bir gerginliğe dönüşüyor. Beni içine alan, saçımı başımı kabartan, tekrarda bir gerginlik. Kıpırtısız yatıyorum. Hareketlerimi milim milim hesaplıyorum. Bu hesaplar uyumadan önce kurduğum her hayali, boynumdan göğüs uçlarıma yuvarlanan ter damlaları gibi yok ediyor. Hayallerim yok. Terler akıyor, hayaller akıyor, kumaşlar ıslak. Çarşafların utanacağı, kadifelerin kıs kıs güleceği bir ıslaklık, özellikle de fıstık yeşili yastıkların. Çarşafların ıslanması için etin ete değmesine gerek olmadığını anlıyorum. Yok. Asla uyuyamayacağım. Asla, saatleri öldürmek ve gecenin inandığım serinliğine kavuşmak için uykuya bırakamayacağım kendimi. Vantilatörü sabitleyebileceğim tuş da bozuk üstelik. Üstelik, vantilatörün yüzüme üflediği an dışında kendimi iyi hissettiğim bir an da yok. O da bir buçuk saniye. Yedi saniye içinden bana düşen bir buçuk saniye. Koltuğun üzerinde dönme lüksüm elimden alınmış.

Yattığım yerden doğruluyorum. Duş telaşı tüm vücudumu sarıyor. Duş telaşı, yeni yetme anne ayaklarıyla hücrelerimde dolaşıyor. Ayaklarım, kareli kilimin üzerinde kıpır kıpır. Üzerinde binlerce böcek yürüyormuş gibi kendine kıvrılıp duruyor. Upuzun durmaktan uyuşmuş. Yalpalayarak birkaç adım atıyorum, ayaklarım birbirine dolanıyor. Bir halat gibi birbirine düğümleniyor. İki dağılmış uç. Uçları sökük. Düşmemek için kapının koluna sarılıyorum, eski bir gıcırtı tüm eve doluyor. Neredeyse uyandırıyorum onu. Kafamı uzatıp odaya bakıyorum, sağına doğru bıkkınlıkla dönüyor, yastığının kenarı sırılsıklam, sıcaktan, ter içinde kalmış. Avuçlarım kapı kolundan kayıyor, avuçlarım yapış yapış bir dalgınlık içinde.

Banyo taşlarına heyecanla basıyorum ama onlar da tıpkı evin içi gibi, balkon demirleri gibi, kadife koltuk gibi, nefesim gibi alevlere gebe. Alevler bir büyüyor bir küçülüyor, taşların kenarlarına parmak ucunda basarak ilerliyorum. Bir elim havada diğer elim şortumun düğmesini çözmeye çalışıyor. Hem alevlere basmamam hem de soyunmam gerek. Bacaklarıma oturan şortum zorluk çıkartıyor. Şortumu kalçalarımdan aşağı var gücümle indirmem için iki elime ihtiyacım var. Elimi havadan çekiyorum, dengem sağlam, vücudum parmak ucumda duruyor. Tenime yapışan şortu olağan gücümle aşağı indiriyorum, önce dizime takılıyor, sonra havadaki topuklarıma geçiriyor boşluklarını. Şortum alevlere düşüyor, taşın üzerine, cız. Önemsemiyorum. Büyük bir adımla taşları geçiyorum, duşa kabinin içine bırakıveriyorum kendimi.

Su, musluktan gürül gürül akıyor, ayaklarımı, parmak uçlarımı, topuklarımı kıra döke serinletiyor. Sıcaklığın gafletiyle suyun tazyiğini ayarlayamıyorum. Su, canımı yakıyor. Soğukluğundan ve şiddetinden. Tişörtüm duşa kabine asılı. Sutyenimi üç gün önce giymeyi bıraktım. Külotumu da çıkartıp kabinin kenarına atıyorum. Sırılsıklam. Islaklığı ter izlerini göstermiyor. Suyu yumuşatıyorum, yumuşatıyorum ki su koluma, yüzüme, saçlarıma değdiğinde yerimden sıçramayayım. Yumuşak, soğuk suyu tasa dolduruyorum, önce kollarıma sonra sırtıma çarpıyorum, sırtımda incecik bir ürperti. Tüylerimin nasıl havaya kalktığını, tüy köklerimin nasıl pembe pembe kabardığını görüyorum. Derimde bir cızırtı. Vücudumun her yerinde, yağın içine damlayan suyun cızırtısı gibi bir öfke hali. Hem mutluluk hem öfke. Hem serinlik hem yanma. Soğuktan yanma. Tekrar tekrar döküyorum buuuuz gibi suyu vücuduma, vücudum soğukluğun meşakkatine alışıyor. Soğuk, vücudumu sarıyor, sarmalıyor, buz kütlesinden bir kalkan gibi içine hapsediyor.

Üstünkörü bir nefes alıyorum, ağzımın içindeki alev topu sönmüş, küller içime doluyor.

Fatma Nur Kaptanoğlu, “Kaplumbağaların Ölümü”, Raskol’un Baltası, Ağustos 2017, ss. 45

Fatma Nur Kaptanoğlu, "Kaplumbağaların Ölümü", Raskol'un Baltası, Ağustos 2017

Fatma Nur Kaptanoğlu, “Kaplumbağaların Ölümü”, Raskol’un Baltası, Ağustos 2017

Yaz Ortasına Bir Güzelleme

Bir ter damlası saçlarımdan burnumun ucuna yuvarlanıyor. Burnumda hafif bir bekleme. Kafamı iki yana sallıyorum, ter damlası dalgalanıyor. Minik bir damladan beklenmeyecek bir gösteri, genişledikçe genişliyor. Ter damlası üçe bölünüyor. Bir yuvarlağı elime damlıyor, diğeri tişörtümün üzerinde birkaç dakikalık bir koyuluk bırakıyor. Üçüncü damlanın akıbeti belli değil. Havada emiliyor, havayı hüüüüp içine çekip kayboluyor.

Yerimde doğruluyorum. Alnımda ince ince tomurcuklar. Çiçek açmayacak su tomurcukları. Önce burnumu siliyorum sonra alnıma kayıyor ellerim. Bir çırpıda yok ediyorum tomurcukları. Tekrar oluşmaları an meselesi. İçten bir nefes alıyorum, hava ciğerlerime kıvılcım gibi düşüyor. Hava, hem o kadar yavaş hem o kadar süratli doluyor ki içime, afallıyorum. Nefesim ağzımdan bir alev topu gibi çıkıyor. BUM!

Keşke şu an evin her köşesini yakabilsem. Keşke nefesim gerçekten bir alev topu olsa ya da üzerimde unutulan izmaritlerden büyük hasarlı bir yangın çıkarsam. Daha doğrusu ben değil, güneş çıkarsa. Bütün evi baştan aşağı küle döndürecek ama asla yan daireye sıçramayacak bir yangın. Müthiş bir eğlence.

Vantilatör masanın üzerinde aksak bir gürültüyle çalışıyor. Sesinde yılların yorgunluğu. Yine küçük bir çocuk olasım tutuyor, vantilatörün önünde uzayan, uzadıkça detone olan sesimle şarkılar söyleyesim tutuyor ama birkaç saniye. Hemen eski pervasızlığıma dönüyorum. Gözlerim buğulu, bacaklarım yapış yapış. Vantilatörün ses değiştirmek dışında özelliği yok. Esiyor, estiği de kendine. Ellerim sıcaklığın şiddetinden şiştikçe şişiyor. Ellerim nemli ve tombul. Anısı olan hiçbir yüzüğü yakıştıramayacağım tombullukta. Ellerimi gözümün önünden çekiyorum.

Şortum bacaklarımla bir bütün. Pembe şeritler bacağımın her yerinde, çizgi çizgi birleşiyor. Şortumun ucuz kumaşı tenimi kesmiş. Aslında tam kesmemiş de sıkıştırmış. Bacaklarımın etleri iki büklüm. Üç büklüm. Dört büklüm. Bacaklarım, sıcaktan pişmeyeyim diye yeşil kadife koltuğa serdiğim sarılı pembeli çarşafın üzerinde iki seksen yatıyor. Kabarıklıklarına dokunuyorum. Canım yanmıyor. Yara değil, açık pembe izler… Bacaklarımı koltuktan indiriyorum. Diz kapaklarımın arkası ter içinde. Burnumda bir koku. Dün akşamdan kalmış parfümüm gözeneklerime yerleşmiş, ter damlalarıyla bir dışarı akıyor. Ter. Parfüm. Ten. Tuhaf. Ne güzel ne çirkin. İnsani. Bir şekilde insanın böyle kokması gerektiğini düşünüyorum.

Balkona çıkıyorum. Parmak uçlarında su birikmiş eski bir terlik kapının girişinde duruyor. Lacivert. Çok çirkin bir lacivert. Güneşin altında gözlerimi acıtıyor. Balkon yeni yıkanmış, buharlaşmamış sular krem taşların üzerinde parıldıyor. Çıplak ayaklarıma terliği giyiyorum, biriken suyun serinliği parmak aralarımdan tenime işliyor. Kısacık bir ürperti. Ayak parmaklarımdan bileğime kadar. Birkaç saniyelik ve hararetim geri geliyor tomurcuklarımla birlikte. Alnımda, saç diplerimde binlerce tomurcuk. Pembe çizgilerim yavaştan geçmiş.

Balkonda yürüyorum. Balkonda yürümek çok zahmetli bir iştir, hele balkon ıslaksa. Kuruduğunu zannettiği her adımda sinsi bir kayganlıkla karşılaşabilir insan. Her an bir refleksle güneşten kararmış balkon demirlerini tutabilir, tuttuğu gibi de istemsiz çığlıklarla uyandırabilir komşularını. Kül olmasını istemediği komşularını. Komşu komşunun külüne… Temkinli olmaya çalışıyorum. Üç beş adım sonra başladığım yerde buluyorum kendimi. Küçük bir balkon. Uzun, ince. Terliğim çoktan kurumuş, ayaklarımın ferahlığı nemli bir sıkıntıya bırakıyor yerini. Nefes almak her zamankinden zor. Ağaçlara dönüyorum, tek bir yaprak kıpırdamıyor. Tek bir yaprak “hadi birazcık şu yöne eğileyim” demiyor. Küçükken köklerle değil de sihirle havada durduğuna inandığım ağaçlar için kararlı bir hareket. Kaskatı. Ağaçlara yakışmıyor. Ufacık bir esinti için nelerden vazgeçebileceğimi düşünüyorum. Saçlarıma dolanacak, parmaklarımı hafifletecek ufacık bir esinti. Bilmiyorum. O an ne olsa vazgeçebilirim gibi geliyor. O an en vazgeçilmezler de sıradan görünüyor. Ne esinti çıkıyor ortaya ne de vazgeçebileceklerim. Sahip olduklarım bir elin parmaklarını geçmiyor. Balkon demirleri sıcak. Gölgeye düşmüş kısımları bile burnundan soluyor. Akıl almaz bir haylazlıkla demirlere dokunmak istiyorum. Düşmeden, düşme tehlikesi atlatmadan, bile isteye, dokunmak. Demirin sıcaklığını tenimin sıcaklığına oranlamak istiyorum. “Ben daha sıcağım! Ben hepinizden daha sıcağım!”

Vazgeçiyorum.

Oda hâlâ sıcak. Öğlen, eli sopalı alacaklılar gibi evin her noktasına nüfuz ediyor. Balkonda geçirdiğim dakikalar havadan değer eksiltmemiş, nefesim burun deliklerimi yakıyor. Hâlâ. Alev topu. Odanın içinde dolanıyorum. Ne yapmalı? Yatak odasına geçip uyumak önce güzel bir fikir gibi görünüyor sonra odadan ince bir hırıltı geliyor. Horlamakla derin uyku arasında kalmış, incecik bir hırıltı. Kurumuş bir öksürükle kendini uyandırmasını bekliyorum ama o yastıkta taraf değiştirip uyumaya devam ediyor. Şimdi, yarı kapalı gözlerini, yüzüne su damlaları çarpıyormuş gibi ufak ufak kırpıştırdığına eminim. Ve ellerini başının üzerinde birleştirip avuçlarını dua ediyormuş, ediyormuş da hiçbir duası gerçek olmuyormuş gibi kırgın, tavana çevirdiğinden de.

Birini, hareketlerinin sesinden tanımak, tanımanın hangi seviyesine girer?

Odaya girmiyorum. Sıcaklığı paylaşmak isteyeceğim en son şey bir ten. Kendi etrafımda döndüğüm birkaç adım sonrasında çarşaflı kadife koltuğun önüne geliyorum. Küf yeşili, kadife. Kadifeliğine alakasız rengarenk çarşaf bir kısmını örtüyor koltuğun, çıplak kalan tarafı ise hiç olmadığı kadar kadife. Kadifesine uyumlu ama çarşafına uyumsuz iki fıstık yeşili yastık, sırt yaslamaktan yamulan pamuklarıyla öylece duruyor. Yastıklar eciş bücüş. Yastıklar, ekşiye çalan ağızları ve açılmayan gözleriyle huysuz bir ihtiyar suratı gibi karşımda büzüşüyor. Yastıkların üzerinde insan izleri. Benim izim, onun izi.

Koltuğun çarşaflı tarafına yerleşmeye çalışıyorum. Yastıklar ayak ucumda. Yastıkların durduğu yerle çarşafın arasında iki karışlık mesafe, topuklarım tam oraya değiyor. Ayak parmaklarım havada, topuklarım kadifede. Bacaklarımı kendime doğru çekmem de işe yaramıyor, etime değen etime tahammül edemiyorum. Bacaklarım mecburen uzun. Topuklarım mecburen tüylü bir koltuk kumaşının üzerinde vücudumu saran sıcaklıkla boğuşuyor. Kollarım koltuğun çarşafsız kısımlarına değmemeli. Asla. Değdiği anda topuklarım gibi onlar da kendini çaresiz hissedecek. Bacaklarım da kendini ikiye katlamamalı, katlamamalı ki ter damlaları yeni yıkanmış çarşafı kirletmesin. Kollarımı karnımın üzerine koyuyorum, parmaklarım birbirine değmemek için tişörtümde geziniyor. Karnımda bir gıdıklanma. Parmaklarımın tişörtümün altına girmek için gösterdiği çabalar sonuçsuz. Şort lastiğim gevşek. Hem de o kadar gevşek ki içine üç tane daha ben sığar. Üç tane daha ben düşünüyorum. Kendinin zalimi üç tane daha ben. İyi ki şortlarımı dolduracak benler yok. İyi ki parmaklarım şort lastiğimin gevşekliğiyle oynamayı bırakıyor. Oynamayı bıraktığı gibi şortumun içinde dolanma isteğini de. Temas istemiyorum. Kendimi istemiyorum. Üç tane daha olsam, yine istemeyeceğim.

Bu şartlar altında uyumam imkansız. Topuklarımın kadifeliği ve kollarımın kadifeye değme ihtimali birbirine karışıp ısrarlı bir gerginliğe dönüşüyor. Beni içine alan, saçımı başımı kabartan, tekrarda bir gerginlik. Kıpırtısız yatıyorum. Hareketlerimi milim milim hesaplıyorum. Bu hesaplar uyumadan önce kurduğum her hayali, boynumdan göğüs uçlarıma yuvarlanan ter damlaları gibi yok ediyor. Hayallerim yok. Terler akıyor, hayaller akıyor, kumaşlar ıslak. Çarşafların utanacağı, kadifelerin kıs kıs güleceği bir ıslaklık, özellikle de fıstık yeşili yastıkların. Çarşafların ıslanması için etin ete değmesine gerek olmadığını anlıyorum. Yok. Asla uyuyamayacağım. Asla, saatleri öldürmek ve gecenin inandığım serinliğine kavuşmak için uykuya bırakamayacağım kendimi. Vantilatörü sabitleyebileceğim tuş da bozuk üstelik. Üstelik, vantilatörün yüzüme üflediği an dışında kendimi iyi hissettiğim bir an da yok. O da bir buçuk saniye. Yedi saniye içinden bana düşen bir buçuk saniye. Koltuğun üzerinde dönme lüksüm elimden alınmış.

Yattığım yerden doğruluyorum. Duş telaşı tüm vücudumu sarıyor. Duş telaşı, yeni yetme anne ayaklarıyla hücrelerimde dolaşıyor. Ayaklarım, kareli kilimin üzerinde kıpır kıpır. Üzerinde binlerce böcek yürüyormuş gibi kendine kıvrılıp duruyor. Upuzun durmaktan uyuşmuş. Yalpalayarak birkaç adım atıyorum, ayaklarım birbirine dolanıyor. Bir halat gibi birbirine düğümleniyor. İki dağılmış uç. Uçları sökük. Düşmemek için kapının koluna sarılıyorum, eski bir gıcırtı tüm eve doluyor. Neredeyse uyandırıyorum onu. Kafamı uzatıp odaya bakıyorum, sağına doğru bıkkınlıkla dönüyor, yastığının kenarı sırılsıklam, sıcaktan, ter içinde kalmış. Avuçlarım kapı kolundan kayıyor, avuçlarım yapış yapış bir dalgınlık içinde.

Banyo taşlarına heyecanla basıyorum ama onlar da tıpkı evin içi gibi, balkon demirleri gibi, kadife koltuk gibi, nefesim gibi alevlere gebe. Alevler bir büyüyor bir küçülüyor, taşların kenarlarına parmak ucunda basarak ilerliyorum. Bir elim havada diğer elim şortumun düğmesini çözmeye çalışıyor. Hem alevlere basmamam hem de soyunmam gerek. Bacaklarıma oturan şortum zorluk çıkartıyor. Şortumu kalçalarımdan aşağı var gücümle indirmem için iki elime ihtiyacım var. Elimi havadan çekiyorum, dengem sağlam, vücudum parmak ucumda duruyor. Tenime yapışan şortu olağan gücümle aşağı indiriyorum, önce dizime takılıyor, sonra havadaki topuklarıma geçiriyor boşluklarını. Şortum alevlere düşüyor, taşın üzerine, cız. Önemsemiyorum. Büyük bir adımla taşları geçiyorum, duşa kabinin içine bırakıveriyorum kendimi.

Su, musluktan gürül gürül akıyor, ayaklarımı, parmak uçlarımı, topuklarımı kıra döke serinletiyor. Sıcaklığın gafletiyle suyun tazyiğini ayarlayamıyorum. Su, canımı yakıyor. Soğukluğundan ve şiddetinden. Tişörtüm duşa kabine asılı. Sutyenimi üç gün önce giymeyi bıraktım. Külotumu da çıkartıp kabinin kenarına atıyorum. Sırılsıklam. Islaklığı ter izlerini göstermiyor. Suyu yumuşatıyorum, yumuşatıyorum ki su koluma, yüzüme, saçlarıma değdiğinde yerimden sıçramayayım. Yumuşak, soğuk suyu tasa dolduruyorum, önce kollarıma sonra sırtıma çarpıyorum, sırtımda incecik bir ürperti. Tüylerimin nasıl havaya kalktığını, tüy köklerimin nasıl pembe pembe kabardığını görüyorum. Derimde bir cızırtı. Vücudumun her yerinde, yağın içine damlayan suyun cızırtısı gibi bir öfke hali. Hem mutluluk hem öfke. Hem serinlik hem yanma. Soğuktan yanma. Tekrar tekrar döküyorum buuuuz gibi suyu vücuduma, vücudum soğukluğun meşakkatine alışıyor. Soğuk, vücudumu sarıyor, sarmalıyor, buz kütlesinden bir kalkan gibi içine hapsediyor.

Üstünkörü bir nefes alıyorum, ağzımın içindeki alev topu sönmüş, küller içime doluyor.

Fatma Nur Kaptanoğlu, “Kaplumbağaların Ölümü”, Raskol’un Baltası, Ağustos 2017, ss. 45